Kayıt
0
5 082
23-02-2011, 18:50

O Günler

O yıllarda Birhan, Adana Pozantı’da çalışıyordu. Yaptığı geziler sırasında Dağdibi köyünün yaylasında iki dikey mağara girişiyle karşılaşmış. İşte Camılıköy ve Sütlük düdenlerini araştırma serüveni ve bizim hayatımızda uzun süre yer alması böyle başladı.

Eylül ayında hafta sonu yapılan üç günlük etkinlikte Camılıköy düdenine giriş yapılmış, yaklaşık -120 m inildiği hesaplanmış ve aracın (Ahmet’in “Mülayim”) aküsünün bitmesi üzerine bir miktar da rezil olunmuştu. Bir ilk olması nedeniyle heyecan en üst seviyedeydi. Kasım ayında ikinci araştırma gezisinin yapılmasına karar verildi. O yıl son sınıf öğrencisiyim. Tulga ile bir yol bulup patoloji bölümüne “intern” olduk. Çalışılan günler çok azdı ve biz bu geziye ayıracak yeterli zamanı bu şekilde yaratabilmiştik. 10 Kasım faaliyetin başlangıç tarihiydi. (Bakın baştan söylüyorum sakın bunu örnek gösterip kasımda 1600 metrelere gidelim demeyin, ben gelmem…)

Pazartesi gecesi yola çıkıyoruz. Ekipte; Turhan, Koray, Hasan, Nasuh, Tulga ve ben varım. Birhan’ı Pozantı’dan alacağız. Şekerpınarı’nda sabaha karşı mola veriyoruz. Yüksek bir kayanın altındaki sifondan gür bir su çıkıyor. Aydınlatılmış kayaya doğru, yukarıya bakıyorum. Düdende nasıl ineceğim diye düşünüp heyecanlanıyorum. Daha önce küçük inişler ve merdiven kullanımı dışında hiç deneyimim yok. Gerçi ekipte kimsenin ciddi bir deneyimi de yok.
Pozantı’ya vardığımızda hava hâlâ karanlık. Sokakta yürüyüp Birhan’ın lojmanını arıyoruz. Soğuk havada, fırında pişen ekmeğin kokusu içime işliyor. Dün gibi, sanki zaman hiç geçmemiş gibi… Birhan bizi karşılıyor, sobaya can veriliyor, kahvaltıya girişiyoruz.

Sabah Pozantı’dan bir maden şirketinin aracı ile yaylaya doğru yola çıkıyoruz. Pozantı – Niğde yoluna sapıyoruz. Sağımızda yükselen Karanfil dağına bakarak yola devam ediyoruz. 30km sonra sağa, köy yoluna sapıyoruz. Karanfil’in eteklerine daha da yaklaşıyoruz. Köy içinden geçerek toprak maden yolundan yaylaya doğru yol alıyoruz. Kıvrılarak çıkan toprak yol 1800 metrede bir sırtta sonlanıyor. İndiğimiz yerde 20 ila 80 yılı geride bırakmış eski mezarlar bizi karşılıyor. Zaman, bu doğa parçasında durmuş gibi. Bu noktadan sonra daha aşağı seviyedeki Dölek’e yürüyeceğiz. Camılıköy düdeni tepeler arasındaki, yaylacıların Dölek dediği düzlükte bulunuyor. Araç, faaliyet sonunda bizi aynı yerden almak üzere geri dönüyor (en azından böyle olacağını düşünüyoruz).

Hava soğuk, hepimizde bir insanın maksimumda taşıyabileceği kadar eşya var. Tam dolu sırt çantaları dışında, önümüzde taşıdığımız büyük mağara çantaları da eşya dolu. Her şeyimiz yanımızda; yiyecek, çadırlar, teknik ve bireysel malzeme… Ne malzeme ama; bir tane ödünç dışında el yapımı karpit lambaları, eski püskü bacağı sıkıştıran emniyet kemerleri, Rus pazarından alınmış alın fenerleri… Çantalarda iğne koyacak yer yok. Yaylacılar çoktan aşağı göç ettiğinden önümüzdeki altı günde herhangi bir yardım alma şansımız yok. Ama biz oradayız ve hazırız. Neşe içinde yola koyuluyoruz. Bir süre hafif eğim sonrasında, iki tepe arasındaki taşlık yoldan aşağıya doğru iniyoruz. Yük yürüyüşümüzü yavaşlatıyor. Yolun sonunda tepeler iki yana açılıyor ve 1,5 saat sonra Dölek’e varıyoruz. Tepelerle çevrili bu düzlükte, derin bir su yatağı düdenin ağzında, dik bir kayanın dibinde kayboluyor.

Akşam olmak üzere.. Rus yapımı küçük çadırlardan oluşan kampımızı, düden ağzına yakın ve su yatağından yüksek seviyeye kuruyoruz. Akşamüstü ilk giriş yapılıyor. Ekip yanılmıyorsam; Nasuh, Birhan ve Hasan’dan oluşuyor. Öyle bir şey oluyor ki dışarıda kalanları hatırlamamam imkânsız…

Yemek sonrası yatıyoruz. Soğuk, açık bir hava var. Tulga ile dar üçgen çadıra sığışıyoruz. Diğer çadırda Turhan ve Koray yatıyor. Dar mekanda sıkışık uyuyoruz. Birden uyanıyorum, bir tuhaflık hissediyorum. Gecenin sessizliği kurt ulumaları ile yırtılıyor. İçim donuyor, sesim çıkmıyor. Tulga’dan ses yok. Düşünüyorum silah olarak neyim var diye; bir bıçak ve flaş aklıma geliyor kullanılabilecek… Yan çadırda abiler kendilerini avutmak için konuşuyorlar “CSO’da bu hafta şu çalacak…. falan, filan”. Konuşmuyorum ve şöyle düşünüyorum: “Kurtlar herhalde ses olan çadıra giderler”. Kazasız belasız sabah oluyor. Tulga da benim gibi uyumamış ama ses de çıkarmamış… Ekip erken saatlerde mağaradan çıkıyor. Öğreniyoruz ki daha önce inilen derinlik -80m var yok.

Nasuh’un zamanı bitiyor ve dönmek istiyor. Turhan, Koray, Nasuh ve ben yola çıkıyoruz. Araçtan indiğimiz yere kadar eşlik edeceğiz. Sisten önümüzü zor görüyoruz. Kaybolma tehlikesi atlatıyoruz. Sırtta Nasuh yola koyuluyor. Döneceğiz ama önce Turhan rüzgârda işeme çalışması yapıyor kendinden emin. Ancak olay malum şekilde sonuçlanıyor. Biz kampa varınca ekip girişe başlıyor.

Kamp yerine yakın kayalıklarda dolaşıyoruz. Yaylacıların kıl çadır kurmakta kullandığı sırıkları bulup kampa taşıyoruz. Hazine bulmuş gibi seviniyoruz. Çadır kurmak kadar, ateş yakmaya da uygun görünüyorlar… Akşam kar yağmaya başlıyor. Düdenin yatay ağzına taşınmaya karar veriyoruz. Ağız kayaya açılmış bir kapı gibi. Sol yanına düşmüş olan büyük bir kaya blok rüzgar almasını engelliyor. İçeride küçük kuru bir alan var, hemen sonra 1m iniş, biraz daha yatay ve asıl inişler başlıyor. Çadırlar hariç bütün eşyayı mağara ağzına taşıyoruz. Ekip çıkıyor. Gece mağara içinde, ateş çevresinde oturuyoruz. Üstümüze tek tük damlalar düşüyor ama oturduğumuz yer kuru. Bir kez de tavandan taş düşüyor. Yattığımız yer öyle dar ki, başlarımızın hemen üstünde kayalar duruyor.

Sabah uyanıyoruz. Hava açmış, ama kar da diz boyuna ulaşmış. Çadırları almadığımıza pişman oluyoruz. Düdene gireceğiz, şimdi çok iyi hatırlamıyorum ama ekipte Tulga var. Bacak-kasık ezen tip üç emniyet kemerinden birini seçmeye çalışıyorum. Gerçi hepsinin dikişlerinde sökülme var ama Tulga en söküğünü alıyor ve “Bir şey olmaz,” diyor. Kampta sadece üç kemer var. Yaşları 9-10 arasında, yani daha ergen bile değiller. Göğüs cumarı iki adet, üçüncüsünün yerine deltaya bağlanmış basic cumar kullanıyoruz. Giren ekip dışında malzeme yok.

Geçmiş gün, o inişi iyi hatırlamıyorum. Sanırım, Koray ve Tulga ile iniyordum. Ama inişlerin başındaki boltların çok alt seviyeye çakıldığını ve birçok istasyonun azap olduğunu gayet net hatırlıyorum. Ayrıca 23m’lik inişte unutulacak gibi değil. Gözümüzde çok büyütürdük. Şimdi gitsem sanki aynı şeyi hissederim gibi geliyor. Çıkışta turp fantezim başlıyor. Kampta temel yiyecek olarak; bulgur, hazır çorba, makarna tüketiliyor. Çantamda kalan son yere bir tane turp sıkıştırabilmiştim. Çıkış boyu sayıklıyorum. Turp, turp, tu… Çıkınca bakıyorum, mağara ağzı kamp düzeni iyice oturmuş. Çadır direkleri Yunus’un dergâha götürdüğü odunlar gibi bir boy kesilmiş, çamaşırlar ateş çevresi düzeneğe asılmış kuruyor, mercimek pişirilmiş ve turp’um bulunup yanında yenmiş… Dışarıda da (oturduğumuz yerden 2m uzakta) aralıklı olarak kar yağışı devam ediyor. Ancak tuvalet için birkaç adım dışarı çıkıyoruz.

Ertesi gün bir iniş daha yapılıyor. İnilebilecek en son noktaya ulaşılıp, bir yere kadar da hat toplanıyor. Aslında bu faaliyette -200m’ye kadar inilebildi. O günler için önemli ve zor bir derinlikti. İnişler deneyim azlığı, malzeme eksikliği nedeni ile uzun sürüyordu, sadece elle çakılan boltlar kullanılıyordu. Bugün aynı güzellikte inişlerle karşılaşsak, -200 m’ye bir günde inip, harita yapıp, hattı da toplayabiliriz. Gerçi, üç yıl sonra Sütlük düdeninde bir hafta sonunda -352m hat kurup, ertesi hafta sonu harita yapıp tüm hattı toplamıştık. Ama bu başka bir hikaye…

Son iniş günümüz geldi çattı, gireceğiz ipleri toplamaya. Koray, Turhan ve ben olduk, bir ekip.
Önde ben, inmeye başlıyoruz. İlk iniş 6-7m; hem merdiven hem de dinamik ip var (İpten kazanmak için esneyen ipten inip merdivenden geri çıkıyoruz). Daha sonra 3m daha iniş ve kısa bir yatay. Turhan geliyor. “Pursik kullan” diyorum, “O ne?” diye yanıt veriyor (Belli ki emniyet takıntılarım o zaman başlamış). Nasıl kullanılacağını öğretiyorum. Koray her zamanki sakinliğinde ya da öyle görünüyor. Ben ilk defa “croll” kullanıyorum. Daha önce sadece, Mencilis’te ceviz ağacında “croll” yerine normal el cumarı bağlayarak teknik çalışmışlığım var. Turhan ve Koray nerdeyse ilk kez tırmanışı bu gezide yaptılar. Yani oldukça tecrübeli sayılırız... !

3m iniyorum; küçük, su dolu bir çanak ve peşine 7m daha kum dolu çanağın üstündeyim. 23m’nin başı, iniyoruz ve geniş saloncuğa ulaşıyoruz. Sonra dar bir çatlak inişi var. Öncesinde yan geçiş ama az bolt çaktığımızdan zordan geçiyoruz. Çatlağın ortasında bir bolt daha var. Adamı inleten cinsinden… Doğal emniyet ile 20m bir iniş, sonrası ufak tefek inişler ve daha önce indiğim son noktaya ulaşıyorum.

İniş iki aşamalı. Önce 65 derece eğimli inildikten sonra istasyona ulaşılıyor. Ben birkaç inişi tek başıma gidip kalan ipi toplayacağım. İstasyona yaklaşıyorum ve aşağıya bakıyorum. Tabanda derin bir çatlak olarak görünüyor. İstasyonda iki bolt, aşağı sarkan iki ip var ve kulaklar sağa sola hareket ediyor hafiften korkuyorum. O günlerde bazı arkadaşlarımız kulağın hareket etmesi gerektiğine inanır ve tam sıkmazlardı. Düşünüyorum “acaba inmesem mi?”.. Son iniş “Hadi lan!” diyorum. Tabandaki çatlak duvar kenarından devam ediyor. Sonunda iki duvar yaklaşıp daracık bir geçiş oluyor. Tam solumda bir kapı gibi iniş devam ediyor. Arka arkaya üç cadı kazanı görüyorum. İp toplanıp, bir alttaki inişin başına asılmış. Yukarı çekilmemiş olması tuhaf geliyor. Söylene söylene inip, ipi alıyorum. Ama küfretmiyorum, çünkü o günlerde henüz böyle bir alışkanlığım yok.

Çatlaktan geri dönüp tırmanmaya başlıyorum. Bir ipten çıkarken, ikinci ipe de pursik bağlıyorum. İstasyona gelince Koray’ı görüyorum ve rahatlıyorum. Hattı söküp, yanına çıkıyorum. Cebinden bir kesme şeker çıkarıyor, ağzıma atıyor. At besler gibi sesler çıkarıp çeneme vuruyor. Her çıkışta böyle ödüllendiriliyorum. İnişte yanımızdaki tek yiyecek bu kesme şekerler. 23m’lik inişi tırmanıyorum. Turhan hemen iniş başında yere oturmuş, konuşuyor “Dönünce kendime hamburger ısmarlayacağım, bir de patates kızartması”. Son inişin başına geliyoruz. Turhan’ın ve Koray’ın karpitleri tükeniyor. Bende zaten karpit lambası yok, iki rus malı alın feneri ile inmişim. Koray önden çıkıyor, Turhan arkamda. Merdiven başındayım ve ip eski olduğu için güvenemiyorum. Yukarıdan bakan Birhan’a “Diğer ipi atsana, bu yıpranmış,” diyorum ve “Diğer ipi de yıpratmayalım,” diye yanıt alıyorum (İpleri daha sonra, uzun süreler kullanıyoruz). İyice cılızlaşan fener ışığında tırmanıyorum. Turhan karanlıkta nasıl çıkıyor hala anlamış değilim. Üstelik dışarıda da hiç karpit kalmamış.

Sabah Birhan ve Tulga ilk iniş altında kalan malzemeyi almak için kısa bir iniş yapıyorlar. Son ateşimizde, son kalan yemeğimiz olan çorbayı ekmeksiz götürüyoruz. Son kez kar eritip, isli suyu da içiyoruz. Şansımıza hava açık ve güneşli. Başlangıçta kar, çizmelerimizin boyunda. Ama Dölek’ten çıkıp, 1800m’deki sırta doğru tırmanmaya başlayınca kar belimize geliyor. Bata çıka ilerliyoruz. Yükseldikçe kar da artıyor. Sırta ulaşıyoruz, aracın buraya ulaşması imkansız. Yol görünmüyor, kar yığılı tepelerden ilerliyoruz. Batmakta olan güneş çok aşağılarda karsız ovayı aydınlatıyor. Üç hekim ayakta çizmeler önden koşturuyoruz. Diğerleri arkada, ayakta ıslanmış ayakkabılar geliyorlar. Bir zaman sonra ayak parmakları donuyor ve hareket etmiyor. Çizme giymeye karar veriyorlar. Ama parmakları açmak için, (şimdi ne olduğunu söyleyemiyeceğim) sıcak bir sıvı kullanmaları gerekiyor. Yaklaşık yolun yarısı inildiğinde kar sınırında bizi bekleyen aracı ve el sallayan Birhan’ın arkadaşını görüp koşmaya başlıyoruz. 6,5 saatte yolu tamamlıyoruz. Ekip toplanıp peynir ekmeğe dalıyor. Kamyonetin arkasında Hasan’la oturuyorum. Karanfil Dağı’nın karlı tepeleri yavaş yavaş geride kalıyor, karanlık çöküyor. Manzarayı seyrediyorum. Hasan yanık sesi ile “Ölürsem kabrime gelme” patlatıyor. Allaaah….

Birhan’ın lojmandayız. Yedi kişiyiz, ondört kişilik yemek ısmarlanıyor. Yine de kalan son iki paket çorbayı da içiyoruz. Ev ve soba tuhaf geliyor ama çabuk alışıyoruz. Ertesi sabah kahvaltı sonrası Birhan’la vedalaşıp, her şeyin başladığı yere, Ankara’ya doğru yola çıkıyoruz.

İşte böyle sevgili arkadaşlarım. Şimdilerde Petzl karpit lambası kullanıyoruz, bazen sonra temizlemeden. Karabinler dizi dizi paçamızdan sarkıyor, sucuk olmazsa kamp da olmaz sanıyoruz. Şimdiki emniyet kemerlerini giydik mi, bacaklarımızı iki yana bile açabiliyoruz. Sanıyoruz ki dernekteki her şey zembille gökten indi. Matkaptan 5m uzaktaysak gözümüze uyku girmiyor. Her şeyi çabuk öğrenip, hemen derinlere de iniyoruz. Ama artık mağara sporcusuyuz, mağaracı değil…

Geç doğdunuz, geç… Karanfil Dağı, Camılıköy, Sütlük; derneğin tarihinin yazıldığı, gençliğimizin geçtiği yerlerdir. Camılıköy düdenine bir faaliyet olsa, ne dersiniz?

( 1989 Camılıköy Faaliyeti )
Emrah Sınmaz

Oylandı
0
0
Yorumlar
Yorum Ekle
Bilgilendirme
Yorum Ekleyebilmeniz için Sitemize Kayıt Olmanız Gerekmektedir.
YORUMLANAN
nureddin91
nureddin91
Merhaba, Fotoğraf galerisindeki fotoğraflar açılmıyor.
mangit
mangit
Kıymetli Hocam; Yıllar önce Kütahya-Emet ilçesinde
Tamer
Tamer
Tebikler ....
mtnylnz
mtnylnz
Ayva ini mağarasında fazlasıyla yarasa var.
Tamer
Tamer
bende düşünüyordum güzel bir dövme yaptırmayı... iyi denk
Tamer
Tamer
elimize sağlık :)
ETKİNLİK TAKVİMİ
«    Nisan 2024    »
PtSaÇaPrCuCtPz
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930